ŞEHİRLERİN “CAN ALICI” MEKÂNLARI -şehirlerde ölüler/ ölü şehirler-

Görsel

                                                           Kâmil Büyüker

  1. Şehirler canlı birer organizmadır. Sadece üzerinde yaşayanlarla değil, toprağın altında bulunanlarla da canlıdırlar. Zira hayatın doğumla ölüm arasında cereyan ettiği bir apaçık bir hakikattir. Nice canlar kendilerine tayin edilmiş nefesleri tüketmek üzere dünyaya gözlerini açarken, niceleri de son nefeslerini yine burada şehirde verirler. Can bulur ya da can verir insanlar… Bugün her ne kadar şehirlerin periferisinde kalsa da, ürkütücü bir sessizlikle bizi kendine çağırsa da onlar şehirlerin en can alıcı mekânlarıdır ve sevdiklerimizi sakladığımız, bir şahide ile sırladığımız mekânlardır ve öyle kalacaklardır. Kim canını/evladını; kimi cananını/sevdiğini, yani en sevdiği yanını, parçasını bırakır ve çaresiz geri döner.

Nihayetsiz sanılan bu yolun sonu kabre çıkar. Necip Fazıl’ın dediği gibi:

“Yağız atlı süvari,

Koştur atını koştur

Sonunda kabre çıkar

Bu yolun kıvrımları”

 

  1. Keşke rüya olsa denir, keşke birileri gelip bu ızdırap verici rüyadan uyandırsa denir ama hakikat “her nefis ölümü tadacaktır” yazısıyla şehir mezarlığından daha içeri girmeden kendisini gösterir. “Ey şehrin uyuyanları! Uyanma vakti” der. O vakte kadar yaşayan ölüler iken, şimdi ise “ölmeden evvel ölebilenler” kervanına namzet olmuşuzdur. Şehrin şah damarı bize hem daha yakın, hem çok uzaktır. Evet, şehrin şah damarları hükmünde olan mezarlıklar merkatlar/ kabirler/ türbeler/ yatırlar her nefes bir öncekinden daha yakındır. Ama uzak kaldıkça/uzak kıldıkça/ uzaklaştıkça bize uzaktır. Canımızı/cananımızı henüz teslim etmeden yakın kılmak ölümü/ ölümlerimizi…

Şair Yahya Kemal ne güzel söylemiş:

 “Tekrar mülâki oluruz bezm-i ezelde

Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler.

 

  1. Ölümle birlikte şehirler sükûn libasına bürünmüşlerdir. Bir yazarımızın ifadesiyle ‘ölüm, didinmelerin sükûna inkılâbıdır.’ Sessiz tanıklar, sessiz şahitler olarak ne söylerler kim bilir. Bütün bu didinmeler bir anlamsız sükûn için mi? Elbette ki hayır! O sükûnda pek çok hakikat gizli. O sükûn ki Narsizmi, Egoizmi, benmerkezciliği silip atmıştır. Tevazuya çağırırken her bir taş, daha girmeden başı önde olmayı, hüzün hâlini, aslına dönüşün surunu üfüren sessizliği telkin eder. Aslında ölüleriyle diridir şehirler. Mezarlık yoksa tarih yok, hafıza yok, geçmiş yoktur orada. Bir konar/göçer taifesi gibi yaşanmaktadır her şey. Mezarlıkları bizden uzak kılan, bizim zihinlerimize koyduğumuz mesafelerdir. Ve dahi hissiyatımıza, hassasiyetlerimize… Nihayet mezarlıkları bu kadar ürkütücü kılan bizim oraları kendimize uzak bilmemiz ve bu toprakların gerçek sakinlerini aslında “ölü” saymamızdır. Evet “gidenler memnun ki dönen yok seferinden” ama ya kalanlar? Kalanlar, hallerinden çok memnunlar ki hakikatle yüzleşmeyi bile göze alamıyorlar.

 

 

  1. Medine’nin, Medeniyetin Efendisi Efendimiz (s.a.v), mescidinin karşısında yatan eşlerini, çocuklarını, dostlarını, arkadaşlarını sık sık ziyaret ederlerdi. Onlarla hasbihâl eder ve derlerdi ki: “pek yakında biz de geleceğiz” ayrılık hüznü gözlerinden yaşlarla dile gelirdi. Bazen gece yarısı Hz. Aişe validemiz Efendimiz’i yatakta bulamayınca -içini kemiren kıskançlıkla- O’nu arar, durur… Görür ki, Efendimiz yine soluğu Cennetü’l Bâki’de almıştır. Efendimiz (s.a.v.) Mekke’de kaldığı yıllarda da Cennetü’l Muallâ’da Hatice Validemizi ve sevdiklerini daima ziyaret ederlerdi. Ziyaretlerinde, gözyaşı, hüzün, hasret, vefâ, dostluk hepsi bir aradadır. Örnekliği, rehberliği bizim hayatımızı kuşatması gereken Kainatın Efendisi’nin ölüm ve mezarlar karşısında duruşu böyle…

Ölülerimizi yine ölü saymayıp onlarla birlikte tarihi, maziyi, şiiri süsleyen şairimiz Yahya Kemâl ise kendisine İstanbul’un nüfusunu soranlara ölüleriyle birlikte hesaba katarak cevap verirmiş. Soru soran bu yanlışı (!) düzeltmeye kalkınca Türk şiirinin kudretli şairi “İstanbul’un yerin altında yatanlarla birlikte İstanbul” olduğunu söylermiş. Yerin altındakileri yok sayarak ve mezarlıklardan kaçarak, mezarın çağırdığı ölümün hakikatinden kaçamayız. Ölümü “âsûde bir bahar ülkesi” bilenler ile dünya cennetinin sona erişini haber veren yok oluş çağrısı olarak görenler arasındaki ayrımı varın siz hesap edin.

Son söz Erdem Beyazıt’ın:

Ölüm muhakkak 
Ve ölüm mutlak 
Tek kapısıdır ölümsüzlüğün 

Ölümle tanıştıktan sonra anladım 
Sadece bir kimlik belgesi olduğunu yaşamanın 

Yorum bırakın