HUZÛRUN KAYNAĞI

              huzur.jpg             

                    

 Bizlere karşılıksız, ve cömertçe tayin edilen sınırlı, ömrümüzde hep iki şeyin özlemini çekeriz: Rahat ve Huzur. Bütün bir ömür bu iki sihirli kelimenin arkasından koşup dururuz. Hep “şöyle rahat ve huzurlu bir yuvam olsun” dilekleriyle hayata başlarız, ama o rahat ve huzur bir türlü ele geçmez ve sık sık da şu nidayı duyarız çevremizden “rahatım ve huzurum kalmadı”  Tam “bulduk” dediğimizde bir anda karşımıza devasa dertler çıkabilir. Öyle ki insan kendisinin zannettiği emanetleri bile ancak elinden kaçırdığı zaman kendisinin olmadığının farkına varıyor. Nahşebi’nin şu sözü bu durumu ne güzel özetliyor: “Ey insanlar! Şu üç şeyi çok seversiniz, fakat sizin değildir: Bedeninizi seversiniz, o toprağındır. Ruhunuzu seversiniz, o Allah’ındır. Malı seversiniz, o varislerindir. Ve hep şu iki şeyin  peşinde koşarsınız: Halbuki onlar asla elinize geçmez: Rahat ve Huzur.”[1] Bir düşünelim, o çok sevdiğimiz ama bizim olmayan şeylerin ne kadar farkındayız?

Rahatın ve huzurun iksirini bize gösteren bu güne kadar pek çok kitap yazılmış, pek çok sözler söylenmiş. Dini-tasavvufi metinlerde, felsefi-edebi metinlerde pek çok şeyler zikredilmiş. Biz aslında bu işin anahtarının nerede olduğunu okuduğumuz eserlerde gayet açık şekilde görebiliyoruz. Yapmamız gereken, her  şeyden evvel bulunduğumuz hâli gözden geçirmemiz, aramaya koyulmamız ve tabi ki yola koyulmamızdır.

           

Dünya’da rahatın belki temel koşulu sağlıklı olabilmekten geçiyor. Öyle ki Efendimiz (s.a.v.) ‘de insanların kıymetini bilmedikleri iki değerden biri olarak sağlığı zikrediyor. Bu gün sloganlaşan tabirle ‘her işin başı ‘sağlık’. Sağlığın olmadığı yerde rahat yok, huzur yok ve tabii ki şikayet var, üzüntü var. Peki huzurun kaynağı nerede? Elbetteki  ibadette ve kullukta. Buna biz gönül huzuru da diyoruz. Gönül huzurlu olursa dışarıya da o yansır. Gönlün huzurlu olmasının  anahtarı da, gönlün sahibine Kul olmaktan geçiyor. Her daim şükür, her daim teşekkür.. Yine bir gönül adamı ne güzel söylemiş: “İsteyin size verilecektir, arayın bulacaksınız, kapıyı çalın size açılacaktır.”[2] Her şey rahatı ve huzuru ararken eldekilerin değerini bilmekten ve rahatın, huzurun sahibini unutmamaktan ve isteyeceğimizi ondan istemekten geçiyor.

           

Yaşadığımız dünyada güzel değerleri ne kadar tüketiyoruz hiç düşündük mü? Ve modern dünya insanı rahatı ve huzuru aramakta/ bulabilmekte ve bulmakta o kadar mahir değil. Modern çağın insanı ne yazık ki rahatı ve huzuru maddi istek ve arzularına hasrederek bulmaya çalışıyor. Para, cinsellik, şöhret, tüketim çılgınlığı, sonu gelmeyen emellerimiz, bu yol da maalesef rahat ve huzurdan çok, derdimizi ve ızdırabımızı artırıyor. Maddi değerlere olan bu sonu gelmez doyumsuzluğumuz, ne yazık ki manevi açlığımızı büyütüyor. Ve “bir tatlı huzur” almaya geldiğimiz ömür, “bir acı zehir” e dönen huzur evlerinde nihayet buluyor.

           

Hayat bazen bu değerleri yakalamak için çok kısa, belki de rüyasını göremeyecek kadar kısa. Hayatın hengamesi, koşturmacası belki rahatın ve huzurun ne olduğunu düşünmeye bile fırsat vermiyor. Ama bizim bir an önce ve vakit geç olmadan ‘bir nefeslik’ de olsa durup, kendimizi düşünmemiz, kendimize dönmemiz ve kendimize somamız gerekiyor. Sahi sizce Rahat ve Huzur nerede?   



[1] İnsan ve Huzur, haz. M Cihanoğlu, Üsküdar yay. İst 2002

[2] Tarihe adanmış sözler, Necmettin Şahinler, Beyan yay. 2001

YAĞMUR DUASI

yagmur-oncesi.jpg

 

 

Ben geldim geleli açmadı gökler

Ya ben bulutları anlamıyorum

Ya bulutlar benden bir şeyler bekler

Hayat bir ölümdür aşk bir uçurum

Ben geldim geleli açmadı gökler

 

 

Bir yağmur bilirim bir de kaldırım

Biri damla damla alnıma düşer

Diğerinde durur göğe bakarım

Ne şehir, ne deniz kokan gemiler

Bir yağmur bilirim bir de kaldırım

 

 

 

Nedense aldanmış ilk gece annem

Efsunlu bir gömlek giydirmiş bana

İişte vuramadı gökler bana gem

Dinmedi içimde kopan fırtına

Nedense ilk gece aldanmış annem

 

 

 

Biri çıkmış gibi boş bir mezardan

Ortalıkta ölüm sessizliği var

Bana ne geldiyse geldi yukardan

Bana ne yaptıysa yaptı bulutlar

Biri çıkmış gibi boş bir mezardan

 

 

 

İyiki bilmiyor kalabalıklar

Yağmura bakmayı cam arkasından

İnsandan insana şükürki fark var

Birine cennetse birine zindan

İyiki bilmiyor kalabalıklar

 

 

 

Yağmur duasına çıksaydık dostlar

Bulutlar yarılır hava açardı

Şimdi ne ihtimal nede imkan ar

Göğe hükmetmkten kolay ne vardı?

Yağmur duasına çıksaydık dostlar

 

 

 

Ben geldim geleli açmadı gökler

Ya ben bulutları anlamıyorum

Ya bulutlar benden bir şeyler bekler

Hayat bir ölümdür aşk bir uçurum

Ben geldim geleli açmadı gökler

 

 

SEZAİ KARAKOÇ

 

“ÇOK SATANLAR” NEYE ÇAĞIRIYOR?

            kitaplar.gif      

     

            “Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta’ zayidir” sözü mucibince bir zamanlar kitap okuma oranımızın düşüklüğünden ve buna binaen okuyan insan sayısının her geçen gün azaldığından şikayet etmekte idik. Ama sözün hakikatine de inanmıştık: marifet ancak iltifata tabi idi. İsteme olmadan, açlık olmadan, bütün bu çabaların beyhude olacağını da biliyorduk.Bugüne gelindikte, hâlâ bu feryatlarımız cılız da olsa sürmekte. Çünkü “oku” maya, çağrı insan varolduğu müddetçe devam edecek/ etmeli. Bu temenni aynı zamanda bizim gibi Müslüman bir toplumun kutsal kitabının ilk çağrısı olarak da geçiyorsa, işte o zaman mesele bambaşka bir anlam kazanıyor. Kitabın mesuliyetini taşıyan/ kitabın mesuliyetine inanan herkes bu çağrıyı bir vazife bilinciyle tekrar ediyor. İşte kitaba okumaya davet eden çağrıların arasından, tüm bu hengamede dergi sayfalarında, gazete kitap eklerinde v.s. “çok satanlar” listeleri yayınlanmaya başladı. Demek ki bir şeyler yazılıyor, basılıyor, müşteri buluyor ve satılıyordu. Boy boy listeler, a yayınevi, b yayınevi çok satanlar koyuyorlar, reklam yapıyorlar, “çok satan” standları açıyorlardı. Tam da kitap okurları sayısı, kitaba rağbet artıyor diye sevinirken, sevincimiz kursağımızda kaldı. Listeler yayınlandıkça manzara-i umumiyyenin hiç de hoş olmadığını gözlemledik. Ya kitap müşterisinin profili değişmişti, ya kalite düşmüştü, ya da bizler bu zihnî terakki (!) karşısında çok gerilerde  kalmıştık. Önce çarpıcı bir örnek vererek, ardından  tahlile geçmek yerinde olacaktır. [Yazar, eserin çağrısı, eser isimleri için lütfen dikkat!]

            En çok satanlar:

            Aşk, seks ve kadınlara dair/ Seda Kaya Güler

            Bir gün gece/ Mine Kırıkkanat

            Bir kadın, bir erkek/ Solmaz Kamuran 

            Daha çok ateş/ Susana Tamaro

            Doğru Erkeği bulma klavuzu/ İlhan Uçkan

            …….  

(19 Eylül 2003/Akşamlık-Y.K.Yayınevi / Akşam Gazetesi kitap eki)

diye devam ediyor. Şimdi bizim bu listeyi alıp herhangi bir kitapçıya girip bu aşağıya doğru uzayan listeyi uzattığımızda büyük bir ihtimalle, ehl-i marifet birisi ise karşımızdaki önce suratımıza soğuk bir şekilde bakacak ve bizim, kadın ve cinsellik üzerine araştırma yaptığımızı zannedecektir. Bu listede bulunan kitaplar uzun süre diğer yayın organlarında da zirvede (!) idi. Hâlâ öyle. İşin belki de en can alıcı tarafı, -hikmet ve hakikati aramaktan vazgeçtik- ilmin, ilmi çalışmanın listelerde esamesinin olmaması ve cinselliğin gelip –hayatımızın pek çok safhasını yerle bir ettiği gibi- baş köşeye oturması. Sadece bununla da kalmıyor bu kez kadınlar cinselliği hem de en cömert, en geniş lügatleriyle yazıyorlar. Şöyle bir sonuca varabilir miyiz? Kadın yazar olacak, hem de cinselliği derinlemesine (!) inceleyecek. Son dönem çok satan kitaplarının, çok satmasındaki hikmet (!) bu mu acaba? Kadınların yazarlığına bir şey demiyoruz, demek istediğimiz, birileri kadınları yine kadınlar eliyle mi bedenlerini ve ruhlarını özgürleştirmek (!) istiyorlar? Bütün bunlar ne anlama geliyor sizce? Pirim yapmanın ve kıymetlerin ölçüsü değişti mi? Düşünsenize bir kere ilim üzerine bina olmuş koca bir medeniyet nereden nerelere gelmiş. Çok fazla geriye gitmeye gerek yok Necip Asım Yazıksız’ın 1893 tarihli Kitap adlı eserinde, Hangi kitaplar okunmalı? Bölümünden ilgi çekici bir kitap listesi şöyle:

Tefsir-i Tibyan/ Muhammed b. Hamza’ dan Mehmet Tefsiri

Mevlid-i Şerif/ Süleyman Çelebi

Hilye-i Hakani/Mehmet Hakani

Telemak Tercümesi/Fenelon’dan A.Vefik Paşa

Hüsrevname/ Xenophon’ dan Ahmet Mithat

Mukaddime-i İbn Haldun

…..

(İsmail Kara,Amel Defteri, s.58-59, İst.1998)

Bu listede devamında pek çok önemli eseri barındırıyor. İşin garibi bu listenin Osmanlının modernleşme sürecini yaşadığı dönemlerde, bu sürece uyumda ortaya atılmış bir olmasıdır. Ki bugün bu kitapların yerine yenilerini koyup koymadığımız ortadadır ya da kalite erozyonunun ne nokta olduğu. Bütün bu gelinen süreçte altı çizilecek husus insanların tek tipleştirme, sürüleştirme, herkesleştirme projesinin işlemekte olduğudur. Herkesin yediğinden yemek, herkes göbeğini açtığı için göbeğini açmak, herkes “o” kitabı okuduğu için okumak. Bunun adı düpedüz herkesleşmektir. Herkesleşenlerin akıbeti ise kitap listelerine yansıyan halin ortaya çıkması demektir. Mahremiyete saldıran daha fazla kazanacak, insanların yatak odalarını teşhir eden kitaplar başucu kitaplar olacak, nihayetinde ahlak,erdem, hikmet kazanmayacak, uçurum daha da büyüyecek.

Hülasa, okumalarımızı bir an önce gözden geçirmeli, okumayı bir nefsi tatmin aracı, bir tahrik aleti, bir ideolojik aygıt, gururu, ukalalığı pekiştirici, bir vasıta olmaktan çıkarmalı, okumaktan mananın ne olduğunu idrak etmeliyiz. Sezai Karakoç Üstad’ın: “Okuyanı görmedim, okusa da anlayanı görmedim.” dediği gibi durumumuz hiç de iyi olmayan bir manzara arzediyor. Öyleyse anlamak için okumalı, yaşamak için okumalı, lakin okumak için ve tabii ki sırf “çok sattığı” için okumamalı…